"Okuyan kişi ölmeden önce binlerce hayat yaşar, okumayan ise sadece bir."

9 Şubat 2014 Pazar

Kitap Yorumu: Eğer Yaşarsam - Gayle Forman

Eğer Yaşarsam bir genç-yetişkin romanı. 17 yaşındaki Mia'nın mükemmel bir hayatı vardır: sevgi dolu ve sanki biraz fazla hip bir aile, ünlü bir rock grubunda çalan/söyleyen aşırı muazzam bir sevgili, kafa dengi en-yakın arkadaş ve olağanüstü bir müzik yeteneği. Fakat ailecek arabayla seyahat ettikleri karlı bir sabah, bu kusursuz yaşam birkaç saniyede yanıp kül oluyor. Geçirdikleri trafik kazası annesini ve babasını öldürüyor, Mia'yı ise ölümle yaşam arasında bir nevi bıçak sırtında bırakıyor. Mia komaya giriyor, beyin hasarının ne miktarda olduğunu biz bilmiyoruz, ama Mia aynı zamanda ayakta, etrafında olup biten her şeyi, onu ziyarete gelen insanları, hemşireleri ve doktorları, kendisini bol bol izliyor ve bu sırada geçmişinde olan anılarla yüzleşmeye başlıyor. Kitabın türü fantastik değil aslında, ama kahramanımız yazar tarafından mantıklı bir açıklama getirilmeksizin (ve sonunda küçük bir açıklama da olmadan) böyle bir deneyim yaşıyor; bedenini dışarıdan görme, hatta bedeninden astral seyahat yapıyormuşçasına istediği zaman ayrılabilme ve hastanede dolaşabilme; ama diğer insanlarla bir etkileşime girmek, onlara görünebilmek veya somut dünyadaki herhangi bir şeyi etkilemek gibi bir kabiliyetinin olamaması. Ayrıca vermesi gereken bir karar var; bu trajediden sonra komaya tutunup hayata devam mı edecek, yoksa kendini inandığı (?) diğer dünyaya; annesiyle babasının kollarına mı atacak?

Kitap sıra sıra, bir bölüm kaza sonrası ve şimdiki zaman, bir bölümse geçmişe dönüş ve hatırlama şeklinde ilerliyor. Mia yaşadığı önemli anılarını (erkek arkadaşıyla tanışma, ilk resitalini verme gibi) hatırlayıp onlar hakkında çıkarımda bulunurken, arada da dönüp makineleri ve tüplere bağlı kendisine dışarıdan bakıp etrafındakilerinin konuşmalarını dinliyor. Açık konuşmak gerekirse flashbacklerin bazıları bana son derece zorlama ve gereksiz geldi, bazılarıysa yine ve yine aynı anıyı anlatıyor gibiydi. Sonuç olarak bütün geriye dönüşler aynı mesajı veriyordu işte: Mia  acayip derecede yetenekli olduğu müziğini, olağanüstü cool anne babasını, melek gibi olan tatlı küçük kardeşini ve ona sırılsıklam aşık rockçı sevgilisini çok seviyor. Mia'nın hayatı (tabii bu noktaya dek) dünya üzerinde hiçbir ergenin hayatının olmadığı kadar kusursuz. Mia da, dünya üzerindeki hiçbir ergenin olmadığı kadar hayata uyum sağlamış, o hayata köküne kadar adapte olmuş biri. (Bir noktada, sanıyorum sırf ortada bir sorun olsun diye bunu bulmuş yazar, Mia'nın kendini rockçı ve punkçılarla dolu ailesine aitmiş gibi hissedemediğini, onların arasında kendi benliğini yeterli bulamadığını okuyoruz. Mia, Juilliard'a kabul edilmiş bir çellist bu arada. Peki.) Karakterler hep birbirleriyle karışıyor ve çoğu üzerinizde hiçbir şekilde iz bırakamayacak kadar basit, standart karakterler. Gerçekten karakterlerde zerre kadar bir derinlik yok; o kadar mükemmeller ve ilişkileri her türlü çatışma ve anlaşmazlıktan öyle arınmış ki, kitabın sayfalarının içinde cümleden ibaret kalıyorlar. Ha her kitapta her karakterin bir derinliğinin olması, herhangi bir noktaya olan bakış açınızı etkilemesi veya kitabı bitirdiğinizde belli bir noktaya beş dakika boyunca boş boş bakıp ne kadar etkilendiğinizi süzgeçten geçirmenizi sağlaması mı gerekiyor? Hayır. Ama sizde böyle etkiler bırakamayacak olsalar bile, en azından bir karakterin mükemmel olmamasını, arada sırada sizde hareketleriyle veya sözleriyle birkaç iz bırakmasını da bekliyorsunuz. Ama yok, yine de. 


Mia'nın elinde olan bu kararın (ölmek, yahut yaşamak) nasıl ve neden onun elinde olduğuna herhangi bir anlam veremediğim gibi, böyle olağanüstü bir durumda insanın ölmeyi nasıl seçebileceğini de anlamıyorum, hatta bu iki seçenek arasında bu kadar fazla gelgit yaşaması ve kendisiyle durmadan çelişki içinde olmasını hiç mi hiç anlayamıyorum. Eğer olay "ölmüş aileye tekrar kavuşmak, onların kollarına koşmak" ise,  yaşamak yine daha cazip duruyor, çünkü zaten diğer dünyada onlarla buluşacağına inanıyorsan bu bir 5 yıl sonra öldüğünde de değişmeyecek, 50 yıl sonra öldüğünde de değişmeyecek sabit bir fikir. O zaman verilmesi gereken mantıklı karar ne? Belki de Eğer Yaşarsam bana o trajik acıyı, o "onlarsız yaşamaya dayanamama, hayatın devam ediyor olmasına katlanamama" hissini veremediği için anlamıyorum. Çünkü kitaptan çıkarmanız gereken ana fikrin bu olması gerekiyor en nihayetinde: Ölümle yaşam arasında seçim yapmak değil, ölüm ile geride kalanlarla yaşamak arasında bir seçim yapmak. Mia'nın annesi ve babası gencecik yaşında ölüveriyor, mükemmel hayatı altüst oluyor ve şimdi önünde gümüş tepsiyle sunulmuş ölmeyi seçebilmek, onlara tekrar kavuşabilmek gibi bir tercihi var. Ama yazar, bunun yaratacağı duygu selinin d'sini bile aktarmayı başaramıyor. Bomboş bırakıyor ortada. Felsefe mi yapılmaya çalışılmış? Okuyucu ağlatılmaya, hayatın biranda altüst olabileceğinin mesajı mı verilmeye çalışılmış? Alınabilecek mesaj veya ana fikir insandan insana değişecektir muhtemelen ancak doğru dürüst kimsede etki bırakacağını düşünmüyorum.

Ne kurgusunun yaratıcılık, ne de dilinin ustalık koktuğu söylenebilir. Ama çok akıcı, elinize aldıktan sonra birkaç saat içinde rahatlıkla bitirebileceğiniz bir kitap olduğu da doğru (ki ben yaklaşık 4 saatte bitirdim). Eğer Yaşarsam'ı ancak, kafanızı yormayacak ama üzerinizde ciddi bir iz de bırakmayacak hafif bir kitap arıyorsanız önerebilirim. Bir uçak ya da otobüs yolculuğu için son derece uygun olabilir.